22 Mayıs 2019 Çarşamba

Platon Ve Sokrates’in Sanat Anlayışı Üzerinden Sanatın Varlığı Ve Gerekliliği


Sanatın varlığını, sebebini ve anlamını açıklamak amacıyla insanlar sanata birçok değer yüklemişlerdir. Estetik, haz verici ve öğretici olmalıdır. Hatta bir kurtarıcı olmalıdır ki insanların ruhlarını karanlıktan Tanrıya çevirmesini sağlamalıdır. İnsanlığın başlangıcından beri var olan sanat günümüze kadar farklı biçimlerde yorumlanmışsa da hala tam olarak ne olduğu ve ne olması gerektiği konusunda soru işaretlerin bırakan karışık bir konudur. Üzerine sayısız görüş ve tartışma sanatın varlığının en temel kanıtıdır. Amacı, mahiyeti ve görevi henüz çözülemeyen bu olgu elbette Eski Yunan filozofları arasında da büyük bir tartışma konusuydu. Sokrates ve Platon’un sanat üzerine görüşleri, sanatın tanımı ve gerekliliği konusunda bize farklı bakış açıları sunmaktadır.
İnsandan bağımsız, mükemmel bir gerçekliğin varlığını savunan Platon’a göre yaşadığımız maddesel dünyadaki her şeyin bir ideası vardır. İdea ise asıl gerçek olandır. Duyular dünyası ideaların adeta bir kopyası yani yansımasıdır. Bu sebepten, duyularımızla algıladıklarımızın gerçekliğinden söz etmemiz mümkün değildir.
Platon’un sanat anlayışı idea düşüncesine paralellik gösterir. İdeal gerçekleri taklit eden sanatı savunduğu söyleyen filozof, bütün güzel şeylerin güzellik ideasından geldiğine inanır. Fakat maddesel dünyadaki sanat taklidin taklididir. Resim de şiir de insanların yansılarıdır ve yüzeysel gerçekliği yansıttıklarından kişiyi hakikatten uzaklaştırıp ters yola götürüler. Edebiyatın da ahlak bakımından zararlı olduğunu belirtir. Şiir ve masallarda geçen büyük kahramanların ve Tanrıların çeşitli ahlaksızlarda bulunduğuna inanarak gençlere kötü örnek olduğunu söyler. Tragedya, komedya ve destan gibi türlerden yer alan kötü karakterlerin okuyan ya da seyredenler tarafından davranışlarının taklit edilerek kişiliklerine zarar verileceğini savunur. Sonuç olarak Platon sanatın olumsuz bir işlevi olduğunu söyler, insanların zarar görmemesi için, kişiliklerinin bozulmaması için sanata karşı çıkar.
Sokrates sanata ahlakçı bir tutumla yaklaşır. Faydalı olanın güzel, zararlı olanın çirkin olduğunu söyler. Diğer bir deyişle, bir çift gözün güzelliğini belirten şey görünüşü değil görevini ne kadar yapabildiğidir. Sokrates’e göre güzel insanlar, süslemeler, resimler ve heykeller gördüğümüzde, güzel sesler, müzik, sohbetler ve öyküler dinlediğimizde zevk alırız. Görerek ve duyarak zevk aldığımız şeyler güzel olarak adlandırılır. Sokrates’in bir diyaloğunda sanata ve sanatçıya yüklediği mahiyete rastlayabiliriz. Bir öğrencisi ile müzik hakkında konuşurken bir biçimin güzelliğinin ya da çirkinliğinin, ritmin yerinde olup olmamasına bağlamıştır. Sözün, müziğin, şeklin güzelliği, ritmin yerindeliği ise insanın saflığıyla ilişkilidir. Saflık kavramı ise insan tabiatını gerçekten iyilik ve güzellikle süsleyen bir olgunluktur. Sokrates’in bekçilerimiz” dediği gençler, çocukluktan itibaren güzelliği sevmeye, güzele benzemeye, onunla bir olmaya özendirilmelidir. Bu noktada ise sanatçıya büyük bir görev yükler. Günlük hayatta sık sık karşılaşılan resimler, heykeller, mimari yapılar çirkini, ölçüsüzü değil güzeli, orantılı olanı göstermelidir.
Bir insanın sahip olması gereken en önemli özelliğin erdem olduğunu savunan Sokrates sanat anlayışında da bu idealist tutumu sergilemiştir. Sokrates’e göre sanat, öğrencisi Platon’un düşündüğü gibi soyut ve ulaşılmaz bir kavram değildir. Güzel olan şey iyidir, faydalıdır ve doğrudur. Diğer bir deyişle Sokrates’in sanat felsefesinin temelini etik ve estetik değerler oluşturur.
Peki, sizce sanat nedir? Gerekli midir? Belki de sanat aynı anda hem birey hem toplum içindir. Gerçeğe ışık tutan bir ayna da olabilir yansımalarla varlığı bulanıklaştıran da. Önemli olan nokta işte budur. Sanat her şeyiyle bütün yönleriyle sanattır.




Kaynakça:
https://www.academia.edu/340458/SOKRATES_ETIGI_VE_SANAT

Yaratıcılığın Kaynağı ve 21.yy Yaratıcılık

Yaratıcı biri kimdir veya yaratıcılık deyince aklımıza ne gelir? TDK yaratıcı kelimesini “Zekâ, düşünce ve hayal gücünden yararlanarak görülmeyen yeni bir şey ortaya koyan, yapan, kreatif.” diye tanımlar. Yaratıcılığın insanın doğasında olduğunu küçük çocukları örnek vererek söyleyebiliriz. Birçoğu hiçbir teknik yeteneğe ve bilgiye sahip olmadan inanılmaz yaratıcılık gösterir. Yaratıcılık bizi, biz yapar ve insanlık tarihini büyük bir derecede etkilemiştir. Bu yüzden de felsefeyi ilgilendirir: Öncü filozofların çoğu yaratıcılığın ve yaratıcılığın kaynağı hakkında farklı görüşlere sahiptir. Örneğin, Platon ve Sokrates belli diyaloglarında şairlerin mükemmel bir şiir yazdıklarında bunu ustalık veya bilgelik sayesinde değil tanrısal olarak “ilham” alarak, bir tür delilik hali içinde, yaptıklarını söyler. Aristo ise bunun tam tersi olarak bir şiirin mantık ile yazıldığını savunur. Kant ise yaratıcılığı orijinalliğe ve beceriye bağlar. Schopenhauer ise en başarılı sanatçıların sadece teknik ile ölçülemediğini aynı zamanda “kendilerini sanat içinde kaybetmelerinin” de oldukça önemli olduğunu düşünürdü. Peki, yaratıcılığın kaynağı nedir? Gerçekten tanrısal bir ilham mıdır? Yoksa bilgeleştikçe mi kazanılır? Duyguları yansıtmak için mi vardır? Yoksa insanların can sıkıntısından mı doğmuştur? Yaratıcılık insanların gelişmesi ile gelişmiş evrilmiştir, ilk çağlarda duvarları oyarak ve meyve çiçeklerden boya yaparak yaratıcılığını gösteren insanlar ilerde tuval ve yağlı boyalara geçiş yapmıştır. Peki, tüm bunlar 21. yüzyılı nasıl etkilemiştir? Yeni gelişmeler yaratıcılığı geliştirmiş ve yaratıcı insanlara yeni platformlar mı vermiş yoksa sadece onları köreltmiş midir? Teknolojinin gelişmesi ile artık sanat dijital olarak da yapılabilir hale gelmiştir. Photoshop, video editleme programları, yüksek çözünürlükteki fotoğraf makineleri vb. Teknoloji nerdeyse sanatçılara yeni bir ortam sunmuştur. Eskiden sadece belli enstrümanlar ile besteler yapan müzisyenler artık ses editleme programları sayesinde parmaklarının uçlarında bütün enstrümanlara sahiptir. Bu açıdan bakarsak teknolojinin insanları daha yaratıcı yaptığını söyleyebiliriz. Tüm bunlara karşılık sizce eski insanlara göre belli bir derecede daha mı yaratıcıyız? Elimizde tüm bu kaynaklar ve imkânlar varsa bizi tutan şey nedir? Bunun cevabı başka bir görüşte yatar. O görüş ise yaratıcılığın can sıkıntısından doğduğunu söyler. İnsanlar zamanı geçirmek için zaman zaman yeni yöntemler ve uğraşlar bulmuştur. Peki, bu internet çağında hiç kimsenin canı gerçekten sıkılır mı? Eğlenceli filmler, diziler bilgisayar oyunları, cebimizde bizi her zaman bir tıklama uzakta bekler. Bu düşünceleri kabul edersek yeni gelişmelerin insanları yaratıcılıktan uzaklaştırdığını söyleyebiliriz. Tüm bu sebepler dolayısıyla 21. yüzyılda insanlar tüm yaratıcılıklarını kullanmak için kendilerini teknolojiyi iyi kullanma konusunda eğitmelidir. Hızlı ve sonu olmayan medyaya iradesi ile karşı koyup teknolojinin ona sağladığı yeni imkânları tüm verimiyle kullanmayı öğrenmelidir. Ne zaman ki bir 21.yüzyıl bireyi bunları yapmayı öğrensin, o zaman ona verilen yaratıcılık potansiyelini tamamen tamamlamış olur.



Truman Show Sendromu



Sözlerime geçtiğimiz günlerde izlediğim bir filmden bahsetmekle başlayacağım. Bu film, başlıktan da tahmin edebileceğiniz üzere başrolünde Jim Carrey ‘nin oynadığı “Truman Show” dur. Bu filmde benim ilgimi çeken kısım ise ana karakterimiz Truman’ın hayatının, sadece onun haberi olmadan çekilerek bir reality show haline getirilmesidir.  Ailem dediği insanlar, arkadaşları ve hatta baktığı güneşin bile sahte olduğunu anladığım zaman aklıma şu soru geldi: “Peki ya bizim hayatımız da bizim sandığımız kadar özel ve bize ait değilse?”.
Çevrenize bakın. Belki siz şu an bu yazıyı okurken bile yanınızdan gelip geçen insanlar aslında sadece birer birey değildir. Bu insanlar aslında sizi tamamen diğer bireylerden özgün kılacak olan faktörleri sizden çalan insanlardır. Biz buna halk arasında “toplum baskısı” adını veririz. Bana göre toplum baskısı konusunda çok ciddi bir paradoks vardır ve o da şudur: “İnsanlar toplum baskısı ile karakterlerini şekillendirir ancak o şekillenen karakterlerin çoğunluğu da kalan bireyleri şekillendirir. O halde toplumda hiç özgün birey yok mudur ki çoğunluk toplum baskısı ile şekillenirken birkaç yaratıcı ve özgün birey de buna katkı yapabilsin?”.
Bu soru, benim ve artık sizin aklınızda takıladursun şimdi bir sonraki konuya geçelim. Sosyal medyanın kişiliğimiz üzerindeki etkisi… Ben şahsen pek sosyal medya kullanıcısı değilim ancak bunun insanlara etkilerini gözlemleyebilecek kadar da yakınımdır. Sabahtan akşama kadar sonra yine sabaha kadar gönderilen mesajlar, beğeniler vs… Ancak sosyal medyada biz fark etmesek bile bizi şekillendiren faktörler vardır. Paylaşılan bir mesaj, bir hashtag veya beğenilen bir fotoğraf bile bizim bağımsız fikirlerimizi hemen bir kalıba sokar.  Sadece kalıba sokmakla da kalmaz, aynı zamanda tamamen bizim insan olmamızdan kaynaklı bir durumla benimsediğimiz bu fikri sonuna kadar destekleyip hayatımızın bir parçası haline getirir. İşte bizim özümüz de budur.
Yukarıdaki faktörleri son bir örnekle tamamlamak istiyorum. İzlediğim bir belgeselde yapılan psikolojik bir deney şu şekilde gerçekleşir:  İnsanlar bir sıraya sokulur ve onlara sırasıyla iki sütun grafiği gösterilip hangisinin daha uzun olduğu sorulur. Sıranın hepsi “A grafiği”nin daha uzun olduğunu söyler ancak işin aslı “B grafiği” nin daha uzun olmasıdır. İşte deneyin aslı: Sıradaki insanların biri dışında (sondaki) hepsi deneyin birer parçasıdır ve hepsi bilerek yanlış cevabı söylemişlerdir. Sıra bizim deneğimize gelince de işler karışmıştır çünkü “B grafiği” cevabı çok bariz olsa bile denek de toplumun ona uyguladığı baskıyla “A grafiği” yanıtını vermiştir.  İşte, deneyden de görüldüğü gibi toplum baskısı, deyim yerindeyse güneşi balçıkla sıvatabilir insana.
Kısaca toparlamak istersek, sizin de yukarıda gördüğünüz gibi toplum baskısı insan hayatında çok önemli bir yere sahip olan bir olgudur. Siz siz olun benliğinizi koruyun. Bu dünyayı, parlak ve özgün zihinler kurtaracaktır. Eğer bu olmuyorsa size tavsiyem ancak ve ancak şudur: Eğer toplum baskısı kaçınılmaz ise siz de toplumu değiştirin. Daha iyi, mutlu, zeki bir toplum sizi daha iyi bir yönde geliştirir, fikirleriniz daha berraklaşır. Tekrardan konumuzun başlangıç noktasına dönecek olursak sizler daima toplum baskısına yenilmeyecek kadar iradeli, özgün insanlar olun ki hiçbirimiz birer Truman’ a dönüşmeyelim ve başkalarının bizi dilediklerince şekillendirmelerine izin vermeyelim.
                                                                                                                                    

Ben Burada Ne Yapıyorum?




Hiç durduk bir anda kendinizi “Ben burada ne yapıyorum?” veya “Ne yapmam lazım?” dercesine hissettiğiniz oldu mu sanki bir anlam bir amaç arıyormuşçasına... Ve o anda aklınızdan birçok şey geçebilir geçmişte yaşananlar, amaçlarınız, gelecek planlarınız belki bunlara bir anlam ararsınız düşünürsünüz. Eğer bulabiliyorsanız bu manayı, ne mutlu size fakat bulamıyorsanız çelişkiye düşersiniz belki de aklınızdan hiçbir şey geçmez. Bunun gibi durumlarda kendi kendinize sorar mısınız “Bu hayattaki amacım, yaşam manam ne?”. Her insanın hayatta farklı amaçları vardır iş, para, aile, güç, mutluluk, özel zevkler gibi birçok farklı amaçları vardır Neredeyse her insanda, insandan insana fark eden şey bu amaçların o insan için ne kadar önemli olduğudur Bazıları için kendi mutlulukları en önemli amaçtır bazıları ise ailesi için her şeyi feda edebilir. Kimisi para için ailesinden de kendi mutluluğundan da vazgeçebilir. Amaçlar belirli olsa bile bunların önemi tamamen özneldir. “Hayattaki amacımız ne?” kendimize bir kez sorup bir kez yanıtlayabileceğimiz bir soru değildir. Bunu kendinize birçok kez soracaksınız üzerinde uzunca düşüneceksiniz ve bu sabit kalmayacaktır. Eninde sonunda amaçlarımızı ve önemini belirleyeceksiniz benim en önem verdiğim amaç mutlu bir hayat geçirmek. Hayattaki bütün hamlelerimi bunun üzerinde yapmaya hazırım.



Reiwa Dönemi


Dünyanın en eski ve kadim ülkelerinden biri olan Japonya’da ne zaman yeni bir hükümdar tahta geçse bir döneme isim vermekle görevlendirir. Ki yaratacağı hanedanın ve ülke için neler yapabileceğini görelim. Bu işlem aynı zamanda ülkenin takvimini belirliyor ve o şekilde ilerliyor. Örnek vermek gerekirse bundan bir önceki isim HEİSEİ yani barış ol anlamına gelmekteydi ve gerçekten de bu dönem Japonya’nın teknolojik kalkınması ve 90’lardan beri bildiğimiz pek çok marka ile dünyaya açılımını yansıtmaktaydı. Bundan önceki isim de Showa yani Parlayan Japonya olarak verilmişti. Bu dönem Japonya’nın ikinci dünya savaşı güçlenişini anlatmaktaydı.
 Fakat 30 Nisan 2019 da İmparator Akihito’nun tahttan çekileceği açıklaması üzerine gözler onun oğlu olan prens Naruhito’ya çevrildi ve o da yakın zamanda yeni dönemin ismini Reiwa olarak açıkladı. Yani KANUNLARIN HARMONİSİ. Kanımca naruhito burada gelecekte kanunlara bağlı bir döneme kapı açacağını belli bir şekilde yaratmasıyla birlikte harmoni kelimesine vurgu yapması bence tuhaf kaçmakta ama aynı zamanda iyi bir mesaj vermekte. Çünkü günümüz Japonya’sında pek çok diğer harmoni halinde yaşamalarını beklediğimiz ülkeler (örneğin Belçika, Almanya, Hollanda vb.) gibi orada da büyüyen bir milliyetçilik duygusu hâkim olmakta ve bazen uç koşullara başvurdurmak zorunda kalıyor. Bu da kimi cinayetlere ve bazı kültürlerin kaçmasına ve ülke düzeninin bozulmasını sağlamaktadır. Tüm ülkelerde yükselen sağ kanatlı uç akımlar peki ne kadar doğru? Fransız Devrimi sonrası sevilen ve dünya tarafından benimsenen, birçok imparatorluğu yıkan, günümüz sınırlarının çizilmesini sağlayan bu akım gerçekten dünyaya ne kadar katkı sağladı? Ya da başımıza bela mı olmakta?

Bence buna cevabımız kesinlikle evet olmalıdır. Çünkü pek çok Avrupa devletinin bu akımla kurulması belki zamanına göre iyi bir şeydi fakat günümüzde özellikle vurgulamak gerekirse 21. yüzyılda yani internet ve komünikasyonun hatsafaya ulaştığı yıllarda bizim izlememiz gereken yol kesinlikle bu olmamalıdır. Çünkü bu akımın yükselmesi hem genel dünya barışını bozmakta hem de insanları din, dil, ırk yönünden ayırmasını insanların birbirine en yakın dönemde yapması gerçekten kabul edilebilir değildir. Çünkü bu durum insanda kendine nefreti sağlamakta ve belki de sonu intihara gidecek bir yolu açmaktadır. Toplumsal olarak bakacak olursak, bu durum belki de kaç yıldır komşu ve harmoni içinde yaşayan ailelerin arkadaşların hayatını bozacak ve ülke içinde iç savaşa yol açabilecek kadar ilerleyecektir.
 Bu yüzden gelecek imparatoru Naruhito’nun gerçekten çok uluslu bir ülkenin imparatorunun yapması gereken doğru şeyi yaptığını ve ne kadar imparatorluk anlayışını kaybetsek de biz dünyayı bir imparatorun harmonisiyle yönetmemiz gerekir.


Şeytandan Ne Öğrendim?



Şeytanı konu alan Lucifer dizisi yakın zamanda 3. sezonun sonunda iptal edilmekten hayranları tarafından kurtarıldı. Dizinin 4. Sezonu 8 Mayıs’ta Netflix tarafından yayımlandı ve yayımlandığı an da büyük ilgi gördü. Şu ana kadar izlememiş olan ama izlemek isteyen herkes için bir hatırlatma yapayım: Az sonra okuyacaklarınız dizinin gidişatı hakkında bilgi verebilir, o yüzden öğrenmek istemiyorsanız kalanını okumayın.
Kısaca hikâyeden ve karakterlerden bahsetmek gerekirse Lucifer (Tom Ellis) melek iken babasına (Tanrı) karşı isyan başlatınca cennetten kovulur ve ceza olarak cehenneme sürülür. Binlerce yıl cehennemde hüküm sürdükten sonra şeytan L.A gidip tatil yapmaya karar verir. Ardından bir cinayet soruşturmasına karışır ve dedektif Chloe (Lauren German) ile tanışır. Bir süre sonra polise cinayet soruşturmalarında yardım etmeye başlar. Ancak paranormal olaylar peşini bırakmaz ve Şeytan dünyaya uyum sağlamakta zorlanır. İşin ilginci şeytanın bu dedektife karşı hassasiyeti vardır. Onun yanındayken ölümlü ve ondan uzakken ölümsüzdür. Yan karakterlerden de kısaca bahsetmek gerekirse Dan, Chloe’nin eski kocasıdır. Trixie adında bir kızları vardır. Ella adli tıp alanında çalışan eğlenceli ve dindar bir karakterdir. Mazikeen, Lucifer’a yardımcı olan bir iblistir. Linda, Lucifer’ın terapistidir. Amenediel ise Lucifer’ın melek kardeşidir. Eve ve Adam ilk insanlardır. Bilindiği üzere Eve Adam’ın ikinci karısıdır ve onun kaburgasından yaratılmış, evlenmek zorunda bırakılmıştır.

 Lucifer dizisinin en sevdiğim yönlerinden biri de dini çelişkilerden bahsetmekten kaçınmamasıdır. Bunu da paranormal karakterlerin ( Lucifer, Mazikeen, Amenediel…) yaşadıklarının modern ahlak duygusuyla uyuşmadığını gerek karakterlerin terapistle konuşmalarıyla gerek de günlük hayatlarından sahnelerle anlatıyor. Örnek vermek gerekirse Mazikeen’in ruhunun olmaması, Lucifer’ın babası ile sorunları, Eve’in Adamla evlenmeye zorlanması…
Lucifer dünya çapındaki muhafazakâr Hristiyan toplulukların tepkisini çekse de dizinin gördüğü ilgiyi bastırmaya yetmiyor. Ancak dizi yalnızca dini çelişkilere parmak basmakla kalmıyor aynı zamanda içinde önemli hayat dersleri de barındırıyor.
Bunlardan ilki Lucifer’ın dizinin neredeyse her bölümünde geçen cümlesi. “What do you truly desire?”. Türkçesi “ Gerçekten arzuladığın şey ne?” Dizide Lucifer’ın özel gücü insanların ona gerçekten ne arzuladıklarını söylemesi. Bu durumda da Lucifer onların istediklerini karşılayarak onların kendisine borçlanmasını sağlıyor. Böylece zamanı geldiğinde istediği kişiden yardım isteyebiliyor. Mantıklı değil mi? Ardından özel güçlerini cinayet davalarını çözmek için kullanmaya başlıyor. İnsanların ne arzuladıkları katilin kolaylıkla ortaya çıkmasını sağlıyor. Bazı insanların ufak tefek arzuları olurken bazıları da gerçekten hırslı olabiliyor. Aşk, para, güç, sağlık… Belki bunların arzu edilmesi size normal gelebilir ancak dizide o kadar absürt istekler de ortaya çıkıyor ki gülmemek için zor tutuyorsunuz kendinizi. Gene de bu durum gerçekçiliği hiçbir şekilde bozmuyor. Çünkü dizide gösterildiği gibi gerçek hayatta da insanlar bambaşka şeyler arzulayabiliyor. Bu konuyla ilgili bir başka güzel örnek de 4. Sezonda.  Eve, Lucifer’a “Ben Adam ile evlendiğimde hep onun istediği gibi biri olmaya çalıştım. Kimse bana ne istediğimi sormadı, sadece Adam ile evlenmek zorunda bırakıldım. Hep onun ilk karısı Lilith ile karşılaştırıldım. Sen hariç. Sen bana gerçekten ne arzuladığımı sordun.” diyerek bu konunun önemine de parmak basıyor. Peki bu bize neyi öğretiyor? Öncelikle bu soruyu kendimize sormamız gerektiğini gösteriyor. Çünkü ne istediğini bilmezsen asla istediğini alamazsın ve bu da dizide açık bir şekilde gösteriliyor. Hatta bir bölümde Lucifer’ın terapisti ona “Sen, şeytan olarak gerçekten ne arzuluyorsun?” diye sorduğunda Lucifer’ın cevabı dizinin gidişatını etkiliyor. Nihayetinde şeytanın kendisinin ne istediği de önemli, değil mi?
Dizinin arzular gibi üstünde en çok durduğu konulardan biri de kim olduğunu kabullenmek. Tüm sezonlarda karakterlerin neredeyse hepsi kim olduklarını sorgulasa da 4. Sezonda bu durumun üstünde o kadar duruluyor ki izleyicinin kendisinin bile bu soruları kendisine sormasına neden oluyor. Lucifer, Eve, Maze, Chloe, Amanediel, Dan… Hatta terapist bile. Ayrıca kim olduğunu kabullenmek ile beraber karakterlerin, hiç kimse için kendilerini değiştirmemeleri gerektiğinden bahsediliyor. Bu da Lucifer, Eve ve Chloe’nin hikayelerinden yola çıkılarak anlatılıyor. Örnek vermek gerekirse Eve, Adam’ın eşi olmak için onun kaburgalarından yaratılır ve onu mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yapar. Ancak binlerce yıl sonra yaptığı hatayı fark eder ve Los Angeles’a yani Lucifer’ın yanına gelir. Tamamen kendisi gibi olmak ve öyle davranılmak istediği için. Ancak maalesef her şey hayal ettiği gibi olmaz. Eve, bu sefer de tam Lucifer’ın sevdiği gibi davranmaya çalışır. 4. Sezonun son bölümünde de ise tekrardan yaptığı hatayı fark eder ve gerçekten ne istediğini, kim olduğunu keşfetmek için yalnız kalmaya karar verir. Bu sırada ise Lucifer da tam dedektif Chloe’nin istediği gibi biri olmaya çalışır yani Eve ile aynı hataya düşer. Ancak Chloe’nin, Lucifer’ın gerçek şeytani yüzünü görmesi hiç de yardımcı olmaz ve Chloe Lucifer’ı olduğu gibi kabul etmekte zorlanır. Bu da Lucifer’ın kim olduğunu ve değişmek mi istediğinin ya da neden kendinden nefret ettiğini anlamaya çalışmasına sebep olur. En sonunda Lucifer kendini affeder ve Chloe de onu olduğu gibi kabul eder. Mutlu son gibi değil mi? Aslında hiç de öyle değil… Peki bizim buradan çıkardığımız ders nedir? Ne arzuladığımızı bilmek, kendimizi tanımak ve olduğumuz kişiyi kabullenmemiz gerektiği mi? Belki de sadece melekler için bu durumun bize kıyasla daha zor olduğunu anlamamız gerekiyordur. Kim bilir?
Dizi aynı zamanda çeşitli sahneleriyle Şeytan’ın içinde bile iyilik olduğunu ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı mesajını da veriyor. Diziyi izlerken Şeytan’ın içindeki iyiliği görmekle kalmıyorsunuz aynı zamanda onu anlıyorsunuz. Dolayısıyla Şeytan’ın dahi o kadar da kötü olmadığını düşünüyorsunuz. Kısacası dizi her kötülüğün içinde iyilik vardır: Yin ve Yang mesajını veriyor size. Bu mesaj da sürekli dedektif Decker aka Chloe tarafından veriliyor. 3. Sezonda ve yoğunlukla da 4. Sezonda Chloe Lucifer’ın iyi biri olduğunu herkese karşı savunmaya devam ediyor, Lucifer’ın kendisine bile. Lucifer’ın şeytan olduğunu öğrenmesi ona karşı olan umudunu kısa bir süreliğine de olsa yitirmesine sebep olmasına rağmen ardından Lucifer’ın gerçekten de içinde iyi biri olduğunu kanıtlayan kişi Chloe oluyor. Bu da 4. Sezonda Chloe’ye karşı zayıf olan yani ölümsüzlük özelliğini yitiren Lucifer’ın ölümü pahasına bile olsa Chloe’yi kurtarmasıyla oluyor ama merak etmeyin, ölümün kıyısından dönüyor. Şeytan’dan kurtulmak o kadar da kolay değil.
Sıradaki ise aslında ana hikâyeye dâhil olmaksızın ekstra çekilmiş bölümlerden birinde fark ettiğim ilginç bir konu. Sezon boyunca Lucifer olan biten bütün kötü olaylar için babasını suçlamıştı. 3. Sezonun 26. Bölümünde Lucifer’ın babası, yani Tanrı, olayları kendi tarafından anlatıyor. Neden manipülatif davrandığını ancak sonuçların neden değişmeyeceğini açıklıyor. Bölümün sonunda ise “ Belki de böyle davranmamalıydım ancak her ebeveyn çocuğu için en iyisini ister değil mi?” diyor. Bence yapımcıların ve senaristlerin burada vermek istediği mesaj her ebeveynin çocuğu için en iyisini yapmaya çalışırken nasıl bir çuval inciri berbat ettikleri ve sonuçta çocuklarıyla olan ilişkilerinin bozulmasına yol açtıkları. Tanrı bile olsanız çocuklarınızla ilgilenmezseniz onlara iyilikten çok kötülük yapabilirsiniz. Bu durum yalnızca Tanrı ve Lucifer arasında da görülmüyor. Lilith ve Maze, Chloe ve Trixie arasındaki anne çocuk ilişkilerinde de ebeveynlerin sıkça yaptıkları hatalar ve sonuçları değerlendiriliyor.
Göze çarpan bir diğer mesaj da kendi hatalarınızı başkalarına yüklemememiz gerektiğidir. Örnek vermek gerekirse Lucifer insanların yaptıkları hatalardan hep şeytanı sorumlu tutmasından yakınıyor. İnsanlara zorla bir şey yaptırmadığından herkesin özgür iradesi olduğundan ve kendisinin bu durumda suçlanmaması gerektiğini sürekli bahsediyor. Bana kalırsa haklı da ancak kendisine geldiğinde de Lucifer daha önce de açıkladığımız gibi kötü olan her şey için babasını suçluyor. Neyse ki hatasını 4. Sezonun sonlarına doğru fark ediyor. Diğer karakterlere gelirsek de Ella ve Dan’in de yakın zamanda kaybettikleri birbirinden farklı kişileri sorumlu tuttuğunu görüyoruz. Ella Tanrı’yı Dan de Lucifer’ı suçluyor. Chloe her ne kadar bunun doğru olmadığını söylese de kendisi de aslında kötü olan her şey için Lucifer’ı suçlamaya başlıyor. Neyse ki sezonun sonlarına doğru herkes günah keçisi aramayı bırakıyor ve yaptıklarının ne kadar da saçma olduğunu fark ediyor. Koltuğumuzda oturup diziyi izlerken başkalarının yaptıkları bu hataları görmek kolay gelebilir ancak herkes hayatında kötü giden çoğu şey için bir başkasını suçluyordur. Diziyi oluştururken yapımcıların ve senaristlerin vermeye çalıştığı mesaj ise çok basit: Bu hatayı yapmayın!
Daha önceki paragraflarda dizinin her kötünün içinde iyilik olduğunu savunduğunu söylemiştik ancak bunun tam tersinin de doğru olabileceği çoğu kişinin gözünden kaçan bir detaydır. Dizinin ekstra bölümlerinden birinde paralel evrende her şeyin nasıl olabileceği konu alınmış. Bu bölümde iyi bildiğimiz tüm karakterler farklı yollara sapmış, hem de ufacık bir değişiklik sonucu. Bölüm eğer Chloe’nin babası ölmeseydi ne olurdu sorusundan yola çıkmış. Bu bölümde Chloe’yi dedektiflik kariyerinde değil de dedektif rolünü oynayan bir film yıldızı olarak görüyoruz. Her ne kadar karakteri değişmese de genel olarak hayatında bir sürü değişiklik mevcut. Chloe ile hiç tanışmayan Dan içindeki iyiliği ve dürüstlüğü bulamıyor ve yozlaşmış bir polis olarak hapse düşüyor. Aynı şekilde Ella da adli tıp uzmanı olmak yerine kardeşinden etkilenerek araba hırsızlığını kariyer olarak tercih ediyor. Charlotte Richards (3. Sezonda gelen yan karakter) ekiple hiç tanışmadığı için yozlaşmış avukat olarak hayatına devam ediyor, değişme fırsatı bulamıyor. Burada en ufak şeylerin hayatımızı nasıl etkilediğini, bizi ahlaken bir anda iyi veya kötü yaptığını görebiliyoruz ancak asıl soru ufak şeyler hayatımızda bu kadar etkiye sahipse biz gerçekten istediğimiz kişi miyiz? Yoksa toplumun oluşturduğu bireyler miyiz? Ayrıca hem iyilik hem kötülük içimizdeyse o halde ahlakımız, karakterimizin kaynağı ne? Bazıları bu soruya toplum der bazıları aile der bazıları da genler der. Peki Lucifer yapımcıları ne düşünmüş biliyor musunuz? 3. Sezonun son bölümlerine doğru Amanediel çılgın bir teori ile gelir. Ona göre Tanrı’nın kuralları yoktur. Sadece iç vicdan vardır. Kendini nasıl hissedersen öylesindir der. Buna örnek olarak da insanların cennete veya cehenneme vicdanlarının yani suçluluk duygularına göre gitmesini örnek verir. Ona göre en doğru adalet terazisi vidandır. Böylece herkesin Tanrı’yı veya Lucifer’ı suçlaması da son bulur, herkes bir anda kendi vicdanını yoklamaya başlar. Yapımcıların herkesin içinde iyi veya kötü olduğunu düşündüklerini söylemiştik. Benim yorumum ise Lucifer yapımcılarının ahlak duygusunun sezgisel geldiğine inanmaları ve bu düşüncelerini bölümlerde çeşitli sahnelere yansıtmış olmaları. Peki siz ne düşünüyorsunuz? Sizce ahlak duygusu nerden gelir?
Toparlamak gerekirse Lucifer dizisi ile ilgili sevdiğim şeylerden biri eğlenceli, sürükleyici olmasının yanı sıra düşündürücü bir yanı olması. Paranormal olaylarla beraber cinayet davalarına da yer verilmiş. Ayrıca dini çelişkilere dikkat çekmesi ve dinin modern ahlakla uyuşmayan yanlarını göstermesi de artısı. Karakterleri anlamamız ve empati yapmamızı da çok kolaylaştırılmış. Bunun yanı sıra ara ara bölümlerde şarkılara hatta danslara yer verilmesi ufak da olsa müzikal tadı vermiş. Bu yüzden herkese izlemesini önereceğim bir dizi. Netflix tarafından kurtarılan dizinin devamının da gelmesini umut etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok.
 #SaveLucifer

           




                       

Yıldızını Keşfet



 “Güzel bir şeye başla ama hep güzel olsun. Çünkü her insan ölecek yaşta. Geç kalmayasın.” demiş Şems-i Tebrizi. Hayatın karşımıza ne çıkaracağını bilmeden hayaller kuruyor ve geleceğimizi planlıyoruz. Hayat koşullarımızın değişebileceğini göz ardı ediyor; en büyük hayalimizi gerçekleştirmeyi, hedeflerimize ulaşmayı umuyoruz. Asıl sorun şu ki, sadece umut etmek ve istemekle yetiniyoruz. Bunlarla yetinmeyip harekete geçen ve bu sayede en büyük hayali olan Atlas Okyanusu’nu geçmeyi başaran TedX konuşmacısı Emre Başkan; harekete geçmek için geç kalmadan önce bilmemiz gereken üç önemli madde olduğunu düşünüyor.
Birinci madde; Temet nosce. Latince “Kendini bil.” anlamına geliyor. Çoğu şeyde olduğu gibi bunda da ilk adım kendini bilmek ve tanımaktan geçiyor. Kendi hayal, istek ve ideallerini bilmeniz bu amaca ulaşmak için nasıl bir yol izlemeniz gerektiği konusunda çok yardımcı olacaktır.
İkinci madde; konfor alanını terk et. İnsanoğlu sürekli bulunduğu ve bildiği bir ortamı daha iyi kontrol edebildiğine inanır. Bu yüzden de bu alanı konfor alanı olarak nitelendirebiliriz.  Rahat hissettiğimiz yeri terk etmek istemiyoruz fakat harekete geçmek istiyorsak konfor alanını terk edip yeni tecrübelere açık olmalıyız. Aksi takdirde alanın dışına çıkmazsan değişemezsin. Değişemezsen de geleceğin bir parçası olamazsın.
Üçüncü madde; çakıl taşı gibi ol. Çakıl taşları da diğer taşlar gibi kendi şekline sahiptir. Fakat dış etkenlerle karşılaştığında parçalanmak yerine şeklinin değişmesine izin verir. Şekil değiştirerek var olmaya devam eder ama özünü hiç kaybetmez. Yani hayat karşımıza beklenmedik bir engel çıkardığında umutsuzluğa kapılmak, pes etmek yerine ona ayak uydurmalıyız.
Peki, sizce de harekete geçmek için geç kalmıyor muyuz? Hayallerimizi gerçekleşmek, daha fazla şeyi kontrol altına alabildiğimizden emin olmak için her şeyi      her zaman bekletip, erteliyoruz. Zaman akmaya devam ederken harekete geçmediğimiz her an bizim için büyük bir kayıp. Bir daha hiçbir zaman o fırsatı yakalayamayabilirsiniz, aynı koşullara sahip olmayabilirsiniz veya karşınıza engeller çıkabilir. Osho’ya göre karanlık olmadan yıldızları göremezmiş insan. Ama siz kendi yıldızlarını keşfetmek için karanlığı beklemeyin. Çünkü herkes ölecek yaşta...


Şeytanın Gözleri




İncil’i, Kuran-ı Kerim’i ve diğer dini kitapları her zaman Tanrı’nın ve meleklerin gözünden dinledik ve duyduk. Ama aslında babasının yüzüne döndüğü kişi şeytandı. Bir defa da bütün bu hikâyeleri onun bakış açısından dinlemek güzel olabilirdi. Babası onu cezalandırdı ama o babasını cezalandırmadı. Ne zaman başımıza bir şey gelse her zaman haklı olan kişinin kendimiz olduğunu düşünürüz. Peki, şeytan neyi yanlış yapıp yapmadığının farkında mı? Veya daha doğrusu babası yani Tanrı onun bir şeyi yanlış yapmadığının farkında mı? İnsanlar var oldukları zaman içerisinde her zaman tapmak için birini aramışlardır. Ancak bir gün insan ve Tanrı karşı karşıya gelecekler ve ikisi de birbirlerini göstererek ‘’Aa benim yaratıcım işte bu.’’ diyecekler.

Dunkirk


Bu yazıyı yazmama Christopher Nolan’ın yönetmenliğini yaptığı Dunkirk filmi sebep oldu.2.Dünya savaşı sırasında geçen filmde Alman kuvvetlerine karşı mücadele vermekte olan İngiliz ve Fransız askerlerin Dunkirk adındaki bir kasabada sıkışmaları ve İngiliz hükümetinin askerlerini kurtarmak için ilan ettiği seferberlik ve gösterdiği üstün çaba anlatılıyor. Dunkirk sahilindeki olumsuz koşullar sebebi ile büyük gemilerini kurtarma operasyonunda kullanamayan İngilizler operasyon Dinamo adını verdikleri harekât ile bütün sivil teknelere el koyarak 3 günden kısa sürede mahsur kalan 320 bin askerin büyük çoğunluğunu kurtararak tarihin en başarılı ve en kritik tahliye operasyonunu gerçekleştiriyorlar. Bu olayda değinebileceğim iki farklı nokta var. Öncelikle bu olay bize zor zamanlarda hızlı karar vermenin ve kararlı olmanın ne kadar kritik olduğunu gösteriyor. Burada bu özelliği gösteren şahıs dönemin başbakanı Winston Churchill. Kendisi bu operasyonun fikir babası ve o dönemki İngiltere Başbakanı. Ordu Fransa’da Hitler kuvvetleri tarafından çepeçevre sarılınca parlamentodaki herkes umutsuzluğa kapılıyor bir kişi hariç. Churchill kıvrak zekâsını, kararlılığını ve hitabet yeteneğini kullanarak Dinamo Operasyonuna vesile oluyor ve belki de Dünya siyaset tarihinin gideceği yolu değiştiriyor. Şayet İngiliz ordusu yok edilse idi Almanya önce İngiltere sonra bütün Avrupa ve en sonunda Dünyanın hâkimi olacak idi. İkinci nokta savaşın ne kadar korkunç bir şey olduğu. Almanlar düşmanlarını sadece karadan değil havadan da kıstırmıştı. Luftwaffe bütün gün Dunkirk semalarında volta atıyor ve kumsallara bombalar yağdırıyor idi. Bir bombalama esnasında yapılabilecek tek şey yere yatarak size gelmemesi için dua etmekti. Savaşı yaşlı insanlar çıkartıyor ve gençler yaşamını yitiriyor, çok fazla kan dökülüyor, çok can yanıyor, eninde sonunda geçiyor her şey. İnsanlar yaralarını sarıyor yaşamaya devam ediyor ve unutuyorlar. Lakin olan savaşta iki avuç toprak uğrunda savaşan ruhlara oluyor.


Platon Ve Sokrates’in Sanat Anlayışı Üzerinden Sanatın Varlığı Ve Gerekliliği

Sanatın varlığını, sebebini ve anlamını açıklamak amacıyla insanlar sanata birçok değer yüklemişlerdir. Estetik, haz verici ve öğretici ol...